Ünlü Ressamların Hayatını Konu Alan 4 Film

Olan bitenleri algılama ve bunları ifade etme şekilleri, kişiden kişiye göre değişir. Bazıları derdini romanlarda bize ulaştırır, bazıları tuvallerinde… Resimlerde derdini renklerle anlatabilenler, hayatlarındaki tek renkten uzaklaşmak istemişlerdir. Siyahın en karanlığında boğulmamak için renklere sığınmışlardır. Sığındıkları bu yerde ortaya çıkan eserler ile resim sanatına yön vereceklerini bilmeden sadece üretmişlerdir. Hayatımıza kattıkları binlerce güzel resim için belki de bir teşekkür olarak, ünlü ressamların hayatları filmlere konu olmuştur. Bu filmler arasından dört tanesini sizler için seçtik.
Frida
Sıra dışılığı ile bilinen Frida Kahlo, 20. yüzyılın popüler kültür ikonlarının başında geliyor. Geçirdiği tren kazası sonrasında sakat kalmasına rağmen yaşamaktan asla vazgeçmiyor ve kendini resimlerinde ifade etmeye başlıyor. Annesinin, sıkılmaması için tavana aynalar yerleştirmesi sebebiyle de tüm resimlerini yalnızca otoportre olarak çalışıyor. Kocasının kaçamaklarına göğüs gererek aşkından vazgeçmeyi aklından bile geçirmiyor. 2002 yapımı “Frida” filminde tüm bu detayları izleyebilir, bir kadının nasıl güçlü durabileceğine şahit olabilirsiniz.
Vincent’ten Sevgilerle
Fransız ressam Van Gogh, kendini yoksul halka adayan bir rahipken, kilisenin onaylamadığı davranışları yüzünden mesleğinden olduğunda 30’lu yaşlarının başındaydı ve resim sanatına yöneldiğinde bu kadar ünleneceğine kendisi bile inanmıyordu. Yaşadığı dönemde değerinin bilinmemesi, onu maddi ve manevi zorluklara itmek zorunda kaldı. Geçim sıkıntısı, bozulan psikolojisi derken bir çıkmaza girdi ve o çıkmazda kaybolup gitti. Gogh’un zorlu yaşamını animasyon tarzında anlatan “Vincent’ten Sevgilerle” filmi, 65 bin kareden oluşuyor. Bu karelerin her birinin yaratılması için 125 kişilik ressam ekibi oluşturulmuş ve hepsi, Van Gogh ile aynı tekniği kullanmışlar.
Picasso ile yaşamak
Kübizm akımının yaratıcılarından Pablo Picasso, dönemin savaşına tuvallerinde direnerek ikon haline geliyor. Küçük yaşlardan almaya başladığı resim eğitimiyle, yaşıtları arasından sıyrılmayı başarıyor. Üstelik bunu yaparken sakin bir şekilde değil, tüm coşkusunu hissettirebiliyor. Ancak asıl çıkışını, hayatının ikinci dönemi olan Paris’te yaşamaya başladığı dönemde yakalıyor. Şehrinden, memleketinden uzak kalmanın verdiği yalnızlıkla, sanatında modern kentlere ayak uyduramayan insanlara yöneliyor. Geçirdiği dönüşümü kübizm ile noktalıyor ve nesneleri parçalayan bir akımın öncüsü oluyor. 1996 yapımı “Picasso ile Yaşamak” filminde ise sanatıyla harikalar yaratan bir adamın, özel hayatında neler yaşadığı anlatılıyor. Kim bilir, belki de yaşadığı bir aşk için de bir akım yaratmıştır da yalnızca biz anlayamıyoruzdur.
Goya’nın Hayaletleri
Romantizm akımının öncülerinden Francisco Goya, yaptığı portrelerle kendinden sonra gelen dönemi de etkilemeyi başarıyor. Eserlerinin diğerlerinden farklı olmasının temel nedenlerinden biri, Goya’nın saray ressamı olarak çalışması ve her eserinin o döneme ait bilgiler vermesi. Bu sebeple eserleri, aynı zamanda tarihi belgeler sayılıyordu. 2006 yapımı “Goya’nın Hayaletleri” filmi, Goya ile ilham perisi Ines’in ilişkileri üzerinden ressamın hayatını gözler önüne seriyor. Goya’nın hırsları sebebiyle Ines’in hapse düşmesine göz yummasıyla başlıyor ve 20 sene sonrasında tekrar bir araya gelmesiyle devam ediyor. Arada ise tek bir fark var: Goya, her ne kadar yaratıcılığının doruğunda olsa da akıl sağlını kaybetmiş sağır bir insan olarak hayatına devam ediyor. Film, tam da burada başlıyor.